Hatti Uygarlığı
Anadolu Yarımadasının bugün için bilinen en eski adı “Hatti Ülkesi” idi. İlk defa Mezopotamya yazlı kaynaklarında, Akkad Sülalesi döneminde (M.Ö. 2350 – 2150) kullanılan bu adlandırma, 7.yüzyıl Asur yıllıklarında görüldüğü üzere, M.Ö. 630 tarihlerine değin süregelmiştir. Böylece Anadolu en aşağı 1700 yıl boyunca Hatti ülkesi olarak tanınıyordu. Bu ad o denli yerleşmişti ki M.Ö. 2000 tarihlerinden itibaren Anadolu’yu istila etmeye başlayan Hind – Avrupalı Hititler bile yeni yurtlarından söz ederken “Hatti Ülkesi” deyimini kullanmışlar ve bu yüzden Hattuşa (Boğazköy ) tabletlerini ilk okuyan filologlar hep bu tabire rastladıkları için bambaşka bir dil kullanan bu yeni kavme de Hatti adını taktılar. Oysa sonradan aynı tabletlerden öğrenildiğine göre söz konusu Hind – Avrupalı halk kendini Nesice konuşan Nesililer olarak anıyordu. Ancak bu adlandırma Eskiçağ tarihi çevrelerinde yayıldığı için onu değiştirmek zor olurdu. Kaldı ki kendilerini Nesili olarak adlandıranlar Hind – Avrupalı boyların sadece Orta Anadolu’da oturan bölümü idi. Örneğin diğer bazı Hind – Avrupalı boylar Luwiler ve Palalar adı ile biliniyordu.
Zaten filologlar söz konusu Hind – Avrupalı kavim için Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahdi – Atik’de zikredilen Heth ve Hittim şeklinden esinlenerek Almanca “die Hethiter”, İngilizce “the Hittites”, Fransızca “les Hittites” ve İtalyanca “gli İttiti” değimlerini ürettiler. Türkçede önceleri Eti sözcüğü kullanıldı ( Eti Bank gibi ). Şimdi ise Hitit değimi yerleşti.
Burada yanlış kullanılan bir adlandırmaya işaret etmek yerinde olacaktır. Bir çok bilim adamı bir zamanlar doğru olduğu sanılan, ancak şimdi isabetsiz olduğu anlaşılan Proto – Hitit tabiri kullanıldığı takdirde Hititlerin Hattilerden geldiği izlenimi yaratılmış olur. Oysa söz konusu iki halk birbirinden dil ve ırk bakımından tamamiyle ayrıdır. Hele adı Hatti olan kavmi Proto – Hatti diye anmak büsbütün anlamsızdır.
Hattilerin dili hakkında pek az bilgimiz var. Hattuşa’nın M.Ö. 14 ve 13. Yüzyıllarına ait ibadet konuları üzerindeki tabletlerinden öğrendiğimize göre Hitit rahipleri dinsel törenleri yönetirlerken arada bir kendi dillerinden olmayan alıntılar okuyorlardı. Çevirileri satırlar arasında verilen bu değişlerden önce “rahip şimdi Hattili ( yani Hattice ) konuşuyor” açıklamsı bulunmaktadır. Bu tür alıntılardan başka ayrıca dağ, nehir, kent, tanrı adlarından, bazı dinsel ve mitolojik konulu metinlerden de Hatti dili kalıntıları elde edilmiştir. Bunlardan en önemlisi “Gökten düşen Ay tanrısı” konulu olup Hatti ve Hitit dilinde yazılmış bir metindir. Böylece Hatticenin Hind – Avrupa ve Sami dillerinden tamamiyle değişik kendine özgü bir dil olduğu saptanmıştır. Özellikle prefix, yani önek kullanan bir dildi. Örneğin, çoğul eki, kelimenin başına geliyordu. Söz gelimi şapu, tanrı demekti. Wa öneki ile Waşapu tanrılar, binu = çocuk, lebinu = çocuklar anlamına geliyordu.
Hind – Avrupalı Hititler din, mitoloji, töre ve örf bakımından büyük ölçüde Hatti etkisinde kalmıştır. Hitit Pantheonu’nun başlıca tanrıları Hatti dilinden alınma idi. Hattice adı Wuruşemu olan Hititlerin Güneş Tanrıçası, onun kocası Fırtına Tanrısı, çocukları, yaniNerik ve Zipplanda’nın fırtına tanrıları, kızları Mezullaş ve torunları Zentuhiş Hatti kökenli idiler. Hitit tanrısı Telepinuş ve eşi Hatepinuş de Hattilerden gelme idi. Bunlara Inaraş ve Zithariyaş ile Karziş ve Hapantalliyaş adlı tanrıçaları da ekleyebiliriz. Hititlerin Illuyanka ve Telepinuş efsaneleri de aslında Hatti uygarlığının ürünleri idiler.
Özellikle yukarıda adı geçen “Gökten Düşen Ay Tanrısı” adlı mitos, hem Hititce hem Hattice olarak ele geçtiği için Hatti dili üzerinde olduğu ölçüde bu topluluğun düşünce ve inanç dünyası hakkında da bilgi vermektedir. Bir ay tutulması ve yağmur fırtınasının mitolojik anlatımı olması gereken bu masal, biçimi naif olmakla birlikte çok etkileyicidir. Anadolu’nun günümüze değin kırıntılar halinde korunmuş en eski diline ait bu metnin aşağıda sunulan Türkçe çevirisindeki tanrı adları Hattice şekilleri ile görülmektedir.
“Kaşku ( Ay tanrısı ) gökten düştü. Şimdi o Kilammar ( Tapınak ) üstüne düştü. Ancak onun kimse görmedi. Şimdi Tanrı ( Gök tanrısı ) onun arkasından yağmur saldı. Ve arkasından yağmur sağanakları gönderdi. Onu korku aldı. Onu korku aldı.
Hapantalli ( tanrıça ) aşağıya onun yanına gitti. Onu sürekli okudu – üfledi. Katahziwuri ( tanrıça ) gökten ne düştüğünü gördü ve şunu söyledi: “Ay tanrısı gökten düştü. Kilammar üstüne düştü”. Gök tanrısı onu gördü. O zaman onun arkasından yağmur sağanakları saldı. Onu korku aldı. Onu korku aldı. Hapantalli aşağıya onun yanına gitti, o zaman onunla konuştu: Gidiyor musun? Ne yapıyorsun?”.
Hititlerde birer kral adı olan Tuthaliya, Arnuwanda ve Ammuna, özünde Hatti kökenli dağ adlarıdırlar. Yinen bir Hitit kral adı olan Hattuşili kolayca anlaşılacağı gibi “Hatti” kökünden gelmektedir. Hattuş, Hitit başkenti Hattuşa’nın Hatticesidir. Hititler bu köke Hind – Avrupa dillerine öz birer nominatif eki olan “a” ya da “aş” ilave ederek onu Hattuşa ya da Hattuşaş şekline sokmuşlardır. Hattuşuli sözcüğü ise Hattuşlu anlamına gelmektedir. Hatta Sedat Alp’in saptadığı üzere Hititçedeki ili, ala, ula suffixleri de, Hatticedeki il, ul ve al’dan gelmektedirler.
Hattilerin okur yazar olduklarını gösteren hiçbir belge ele geçmemiştir. Bununla birlikte Mezopotamya ile ticaret dolayısıyla Hatti Beylerinin Kaniş ( Kültepe ) ‘de olduğu gibi Assurca bile katipler kullanmış olmaları muhtemeldir. Hattilerin kendilerine öz bir yazısı ya da hiyeroglifleriolmadığı anlaşılmaktadır.
Görünüşe göre Hattiler Anadolu’nun yerli bir halkı idi ve en aşağı 3. Binin ortalarından beri küçük krallıklar, beylikler halinde idare ediliyordu. Bir çeşit kent – devlet olan bu beylikler M.Ö. 2000 tarihlerinde teker teker Hititlerin eline geçmeye başlamıştır. Bununla beraber Hattiler Hitit Dönemi’nde de nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Mısır tapınaklarındaki Kadeş Savaşı (M.Ö. 1285 ) tasvirlerinde “Hititli” olarak tanımlanan büyük burunlu askerler yine o tasvirlerdeki krallarından bambaşka bir etnik tip göstermektedirler. Söz konusu Hitit askerleri M.Ö. 2000 tarihlerinde yapılmış olan Hasanoğlan Gümüş Heykelciğinin fizyonomisini andırmaktadırlar. İşaret ettiğimiz tip Tell Brak’da bulunmuş heykelciklerin başlarına büyük yakınlık göstermektedirler. Zaten Hattilerin daha çok Anadolu’nun orta bölgeleri ile güneydoğu çevrelerinde yerleşik oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim Emin Bilgiç’in saptadığı üzere Hattice yer adlarına Güneydoğu Anadolu’da rastlamaktayız.
Anadolu’nun Mezopotamyalılar tarafından Hatti ülkesi adı ile anıldığını bildiğimize göre M.Ö. 2500 – 2000 tarihleri arasında gelişmiş olan uygarlığın da Hattilere ait olması gerekir. İlk defa A. Goetze Alişar ve Alacahöyük’teki Erken Bronz Çağı tabakalarının Hattilerle ilgili olduğunu söylemiş, arkasından Kurt Bittel de aynı düşünceyi ileri sürmüştür. 1961’de bu satırların yazarı konuyu ayrıntılı biçimde ele almış ve özgün bir Hatti sanatının mevcut olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin vazo biçimleri, heykelcik tipleri ve özellikle bezeme çeşitleri çok belirgin bir uslup birliği oluştururlar.
Alacahöyükve Horoztepe’de ortaya çıkarılan altın kadehler, Anadolu’nun Kalkolitik Dönem’den beri bilinen meyveliklerin gelişmiş bir örneğidir. Aynı kazılarda elde edilen altın tepsiler de eski Anadolu vazoculuğunun bir başka özgün kap şeklidir. Hele söz konusu altın kapların bir çeşit oluk ve yiv yöntemi ile bezenmesi de eski bir Anadolu süsleme biçimidir. Alacahöyük’te bir mezarda bulunan bir toprak kap yukarda andığımız Alacahöyük ve Horoztepe altın kapları gibi oluklu bir bezeme arz etmektedir. Aynı oluklu bezeme yöntemini Anadolu’nun çeşitli yörelerinde ortaya çıkan idollerde, mühürlerde ve ağırşaklarda da görmekteyiz. Söz konusu oluklarla meydana getirilen artı işareti ve fırıldak çeşidi motifler Horoztepe altın kaplarında, Ahlatıbel, Etiyokuşu ve daha başka Anadolu merkezlerinde ele geçen idol, mühür ve ağırşak gibi eşyada da görülmektedir. Özünde oluk ya da yivlerle oluşturulan bu bezeme yöntemine şüphesiz Anadolu’da ve başka ülkelerde de rastlanmaktadır. Ancak Alacahöyük, Horoztepe, Mahmatlar, Etiyokuşu, Ahlatlıbel, Alişar, Tarsus, Troya ve yarımadanın aynı dönemdeki başka yerlerinde hep aynı oluklu bezeme yönteminin egemen olması ve onunla meydana getirilen motiflerin sözü geçen merkezlerde hep aynen tekerrür etmesi, bir rastlantı olmasa gerekti. Kaldıki M.Ö. 2500 – 2000 tarihlerindeki Anadolu eserlerinde başka yönlerden de belirgin bir stil birliği gözlenmektedir.
Kyklad’larda ve Troya’da da ele geçen bir hançer tipinin Tarsus’ta ve özellikle Alacahöyük ile Horoztepe’de güzel ve bol örneklerle temsil edilmiş olması, onun Anadolu’da bir Hatti icadı olduğu kanısını vermektedir.
Bunun gibi Alacahöyük’te gün ışığına çıkan bronz aynalar da M. Mellink’in belirttiği üzere Kyklad’larda bulunmuş olup yanlışlıkla tava olarak tanımlanan toprak aynalara örneklik teşkil ettikleri anlaşılmaktadır. Alacahöyük aynalarının bronzdan, Kyklad’takilerin ise topraktan yapılmış olması bu izlenimi vermektedir.
Alacahöyük mezarlarında gün ışığına çıkan “güneş kursları”ndaki bezemelerin üslubu Anadolu Hatti karakterindedirler. Söz konusu eserlerde, Alacahöyük diademlerinde ve kurslarında görülen kafes ya da ızgara biçimindeki bezeme yöntemi de Anadolu’nun Hattili bir özelliği olup Kültepe’nin çok renkli keramik süslemelerinde de görülür.
Alacahöyüğün hayvan heykelciklerinde altın fibula ve diademlerinde gözlenen kabarık nokta dizilere konsantrik daireler ya da ortaları noktalı dairelere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan idollerde de rastlanmaktadır. Birçok Anadolu Orta Tunç Çağı kaplarında oluklu bir daire ile çevrili düğme ya da küçük boynuz biçimli şişkinlikten oluşan motif Horoztepe’nin, Alacahöyük’ün altın, gümüş ve bakır kaplarında da karşımıza çıkmaktadır.
Alacahöyük, Ahlatlıbel, Etiyokuşu ve Anadolu’nun daha başka yerlerinde bulunmuş olan yarım yuvarlak biçimli idol başları da Horoztepe sistrumlarının ve Alacahöyük gümeş kurslarının kenarlarında görülen satellitler ya da üç başlı tomurcukları ve balta başlarını andırırlar. Aynı stil birliğini bir ölçüde de olsa Beyce Sultan ve Troya II’de de buluruz.
Görülüyor ki Orta ve Güneydoğu Anadolu’da yani Hattilerin oturdukları bölgelerde, aşağı yukarı M.Ö. 2500 – 2000 tarihlerinde meydana gelen eserlerde özellikle bezeme yönünden belirli ve özgün bir stil birliği egemendir. Bu üslup birliğini Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar’da gün ışığına çıkan güneş kursları ile hayvan heykelciklerinde de buluyoruz. Bu nedenle bu eserlerin de bezeme yönünden Hatti sanatının özelliklerini taşıdıkları bir gerçektir.
Böyle olmakla birlikte Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar’da kral mezarlarında bulunan ve kutsal bir anlam taşıdıkları kesin olan hayvan heykelcikleri şeklindeki alemlere Güney Rusya’da Maikop Uygarlı’nda da rastlanması ilginçtir. Öyle anlaşılıyor ki çoğunlukla boğa ve geyiklerden oluşan bu heykelcikler, dinsel törenlerde bir sopanın tepesi üzerine yerleştirilip rahipler tarafından taşınıyordu. Geç Hitit Anadolu sanatında görüldüğü üzere boğa en büyük tanrı olan Gök tanrısının, geyik ise bazı örneklerde ana tanrıçanın ( Hind – Avrupalı Hellenlerde Artemis’in ) simgesi idiler. Güneş kurslarının ortasında duran boğa, geyik ve aslan çeşidi hayvanlar da hiç şüphe yok ki theriomorf ( hayvan biçimli ) tanrıların sembolleridirler. İnsanoğlu ilk önceleri gökten düşen meteorlara ( Huwaşi, Baitylos ) ve daha başka fetişlere daha sonra da güçlü olan ya da kutsal olduklarını sandıkları hayvanlara tapmıştır. Demek oluyor ki Alacahöyük alemlerinde ve güneş kurslarında görülen hayvan heykelcikleri, tanrıları tasvir etmekte idiler. Böyle olduğuna göre bu eserlerin, yani alemler ve güneş kurslarının Hatti uygarlığına yabancı, hala hayvan şekilli tanrılara tapan ilkel bir topluluğa yani Hind – Avrupalı Hititlere ait olması gerekir. Çünkü yukarda gördüğümüz gibi Hatti’ler bu ilkel inanç dönemini aşmışlar ve anthropomorf yani insan şekilli oldukları şüphesiz olan ve hepsinin özel bir adı olan erkek ve kadın tanrılara tapmakta idiler.
Alacahöyük güneş kurslarının hayvan şekilli tanrıları ve onlarla birlikte evreni taşıdıkları şüphesizdir. Bunlardan bir tanesinde bir çift boğa boynuzu üstünde türü pek belli olmayan bir hayvan heykelciğinin etrafını çeviren çelenkten ışınlar çıkmakta olup, alemin toptan görünüşü güneşi andırmaktadır. Bu örnek göz önünde tutulursa söz konusu kursların evreni canlandırdıkları kanıtlanmaktadır. Nitekim Anadolu’da ikinci bin boyunca egemen olan ve kendilerini “ben güneş” deyimi ile adlandıran Hitit krallarının güneş anlamına gelen hiyerogliflerinde etrafında bir ışın sırası ile süslü bir çember yer alır. Kaldı ki ışınsız çelenk biçimli alemler de gerçekten gökyüzü yuvarlağının çember biçimindeki görünümünü yeterince canlandırmaktadırlar. Bu evren kuşağının ortasında yer alan heykelciklerden her biri bir tanrıyı simgelemektedir. Boğalar en büyük tanrıyı (gök tanrısnı ), geyikler ise yukarıda belirttiğimiz üzere tanrıça anayı temsil etmekteydiler. Rahipler dinsel törenler sırasında bir sopanın ucuna taktıkları bu simgeleri geçit alayının önünde taşıyorlardı. Alemlerin bir çoğunda evrendeki yıldızları ( satellitleri ) tasvir ettiklerini düşünebileceğimiz küçük boyda yuvarlak levhalardan oluşan sallantılar da bulunuyordu. Rahipler sopaların tepesindeki alemleri salladıklarında, bu sallantılar ses çıkarmaktaydılar. Rahipler belki de böylece dikkatleri üzerlerine çekiyorlar, yerine göre bir duanın bittiğini ya da başlayacağnı vurguluyorlardı. Bütün bu kral alemlerinin hepsi bir çift boğa boynuzu üstünde yer almakta, yani onlar tarafından taşınmaktadırlar. Bu durumu göz önünde tutan bu satırların yazarı, söz konusu alemleri bugün bile yaşayan bir Türk masalı ile bağlamıştır. Hemen hepimiz bize anlatılan masallar arasında şu bir tanesini dinlemişizdir. “Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur ve öküz başını salladığında deprem olur”.
Alacahöyük güneş kurslarının böylece Hind – Avrupalı Hititlere ait olduğu belirmektedir. Nitekim yine Hind – Avrupalı bir uygarlık olması gereken Güney Rusya’daki Maikop uygarlığında da özellikle Horoztepe ve Mahmatlar’da gün ışığına çıkarılan bir tek hayvan heykelciğinden oluşan alemlerin yakın benzerleri bulunmuştur. Sözgelimi Alacahöyük’te ele geçen bir gümüş kabın kenarında yürür durumda tasvir edilmiş dört hayvan heykelciği R. O. Arık’ın belirttiği üzere, Maikop kapları üstündeki yürüyen hayvan süslerini andırmaktadır. Aynı yürüyen hayvancıklar motifi Horoztepe sistrumlarının kenarlarında da görülmektedir.
Alacahöyük mezarlarında uygulanan ölü gömme adeti de onların Hind – Avrupalı Hititlere ait olduklarını işaret etmektedir. Nitekim Anadolu’da daha önceki dönemlerde “güneş kursları” biçimindeki alemlere rastlanmamıştır. Onların birden ortaya çıkmaları ve bugüne değin Kızılırmak kuşağında yalnız dar bir coğrafi mekan içinde münhasır kalmaları da bu eserlerin Hititlerle ilgili oldukları izlenimini uyandırmaktadır.
Alacahöyük’te meydana çıkarılan krallara ve mensuplarına ait 13 mezar 50 – 70 cm. derinliğinde, 3 – 8 m. uzunluğunda ve 2 – 5 m. genişliğinde toprak içine kazılmış çukurlardan oluşmaktadır. Ölü “Hocker” duruşunda sağ yanı üzerinde ve yüzü güneye, ayaklatı ise doğuya yönelmiş olarak yatmaktadır. Cesetler ölü giysileri ve çok zengin armağanlarla birlikte gömülmüşlerdir. Ölünün ve armağanların yerleştirilmesinden sonra, toprak çukurunun dört bir yanı taşlarla çevrilmekte ve mezarın üstü enlemesine vaziyette odunlarla kapatılmakta, onların üstü de bol miktarda toprakla örtülmekte idi. Mezar bu biçimde kapatıldıktan sonra bir ölü yemeği yeniyor ve kurbanlık hayvanların kemikleri mezar yığınının üzerine düzgün bir sıra ile yerleştiriliyordu. Yukarda tanımlamasını yaptığımız ölü gömme biçimi, Hocker dusruşu bir yana bırakılırsa, Hind – Avrupa kökenli Maikop, Myken ve Firig uygarlıklarında da görülmektedir.
Böylece Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar’da gün yüzüne çıkarılan eserlerde saptadığımız dört önemli özellik 1) Güneş kurslarının Anadolu’da birden görünmesi, 2) Hayvanlara tapma adeti, 3) Hayvan heykelciklerinin Maikop hayvan tasvirlerini andırması, 4) Mezar ve gömme biçiminin Maikop, Myken ve Fryg uygarlıklarındaki gibi olması, onların Hind – Avrupalı Hititlere ait olduklarını açığa vurmaktadır. Böyle olduğuna göre adı geçen eserlerin Anadolu’ya göç eden ilk Hitit boyları tarafından aşağı yukarı M.Ö. 2100 – 2000 tarihlerinde yerli Hatti sanatçılara, kendi çizdikleri bir program çerçevesinde yaptırıldıkları kanısındayız. Maikop eserleri ile olan benzerlikler, Hititlerin Anadolu’ya Kafkasya yoluyla geldikleri nazariyesi ile güzel bir uyum içindedir. Öte yandan aynı eserlerin belirgin bir biçimde Hatti sanatı üslubunda olması doğaldır. Çünkü yukarda yeterince dile getirildiği üzere Hititler Anadolu^ya geldiklerinde ilkel bir durumda idiler ve bu nedenle Hattilerden din, mitoloji, edebiyat bakımından büyük ölçüde etkilenmişler, onların tanrı, dağ, nehir ve kent adlarını aynen almışlar, hatta kendilerine yurt edindikleri ülkenin Hattice adını bile değiştirmemişlerdir. Öyle ki daha sonraları gelişme olanakları bulan Hititler, Hattilerden aldıkları zengin kültür mirası ile dünya tarihini en ilginç ve özgün uygarlıklarından birini yaratmışlardır.