Çerkes halkının* Anadolu’daki geçmişi 19. yüzyıla kadar uzanır. Çarcı Rus yayılmacılığının işgal ve istila siyasetleri sonucunda, “Kafkas-Rus Savaşları”nda büyük bir yenilgi alan ve bağımsızlıklarını yitiren Çerkesler, yine Çarlık Rusya’sının uyguladığı sürgün siyaseti ile anayurtlarından koparıldılar. Tarihe “Büyük Çerkes Sürgünü” olarak geçen ve Çerkes halkının bugüne dek yaşamış olduğu en trajik olay, Çerkesya’nın yüzde 90’lara varan oranlarda boşaltılması ve halkın Osmanlı topraklarına sürülmesi ile noktalandı.
Sürgün,
bağımsızlığın yanı sıra vatanın da yitirilmesi anlamına geliyordu.
Çerkesler sadece Rus yayılmacılığı karşısında savaşı kaybettikleri için
değil aynı zamanda Osmanlı Devleti tarafından uygulanan hile ve
aldatmaya dayalı politikalar nedeniyle de vatanlarından çıkmak zorunda
kaldılar. Osmanlı Devleti uzun yıllar boyunca, gerek ordusuna hazır
asker kaynağı yaratmak, gerekse tarıma açmak istediği topraklarda
yararlanmak üzere Çerkesleri kendi ülkesine çekme amaçlı özel bir
politika izledi. Çerkes feodal önderliği ise sürgünde gönüllü olmuş,
yüzyıllarca uğruna savaşılan vatan topraklarını Osmanlı ülkesinde
kazanacağı makam ve rütbelere tercih etmişti.
“Büyük Çerkes Sürgünü”nde Osmanlı Devleti’nin sorumluluğu olduğunu tespit etmek son
derece önemli, çünkü Çerkes tarihindeki bu sürgün olayı, ulusal
kimliğin yok oluşuna start verilen en önemli dönüm noktasını
oluşturuyor. Çerkesler bir bağımsızlık savaşını kaybettiler ama
vatanlarından fiziksel olarak da koparılmaları onları bir ulusal yok
oluş sürecine itti. Anadolu’daki Çerkesler Türkleşti. Bu süreci başlatan
en önemli etkenlerden biri Osmanlı-Türk yayılmacılığının izlediği politika olmuştu.
Kuzey
Kafkasya’da kalabilmiş olan Çerkes kitleleri, Ekim Devrimi ile
kurdukları özerk devletler bünyesinde ulusal kimliklerini koruma ve
geliştirme olanağına kavuştular. Sosyalizm, Çerkes halkına büyük
imkanlar sundu, onların Çerkes olarak kalabilmelerini sağladı. Ama ne
yazık ki, Osmanlı ülkesinde bu türden bir özgürleşme süreci yaşanmadı.
Çerkes halkı, “Ermeni Soykırımı” ve “Kurtuluş Savaşı” gibi olaylarda
Türk milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda kullanıldı.[1] Çerkesler, Türk milliyetçiliği karşısında bir ulusal irade oluşturamadı.
Bunun
sosyo-psikolojik nedenleri ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek
boyutlardadır. Ancak bu noktada, nedenler kadar sonuçların da çok önemli
olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü gelinen noktada asimilasyon süreci,
Çerkes kimliğinin ulusal inkar temelinde Türk kimliğine entegre olması
gibi bir sonuca ulaştı. 75 milyon nüfuslu Türkiye’de anadili Çerkesçe
olan ve bu dili bilen birkaç yüzbin kişi bile kalmamışsa Çerkesler için
“Devşirme toplum” ifadesini kullanmak yadırganacak bir tutum olmamalı.
Kuzey Kafkasya’dan bir aldatmaca ile getirilip, ulusal varlığı 150 sene
gibi kısa bir sürede, hem de devletin resmi ideolojisi tarafından
kullanılarak yitirmek, üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir
sorun.[2]
Anadolu’daki
Çerkes toplumu geneli itibariyle Türkofil bir toplumdur. Bu, diasporik
Çerkes kimliği üzerinde Türkçü bir hegemonya kurulabilmiş olmasının da
temel nedenidir. Çerkeslerin Anadolu’daki tarihlerinde baskıya dayalı
bir asimilasyon sürecinin yanı sıra gönüllülük temelinde oluşmuş bir
rıza faktöründen de söz etmek mümkündür. Devletin ideolojik aygıtları
Çerkes toplumu üzerinde son derece etkili olmuş, toplumda bir direniş
geleneği oluşmamış ve özgür düşünce gelişmemiştir. Türk milliyetçiliği din olgusunu da kullanarak ulusal sömürüyü en sinsi şekilde eyleme geçirmiştir.
Özellikle
Çerkes yazarlarda görülen Türkofili olgusu bir gönüllülük esasına
dayanmaktadır. Bu nedenle, toplum üzerinde düşük düzeyde bir baskı
kurulması bile çok kısa sayılabilecek bir sürede bir hegemonyanın
kurulmasına neden olmuştur. Diasporik Çerkes kimliği üzerindeki Türkçü
hegemonya, egemen ulus şovenizmine yönelik hayranlık ve bu temelde
gelişmiş bir rıza ile karakterize olmaktadır. Söz konusu hegemonya
Çerkes toplumunda özgür düşüncenin gelişimini engellemiş ve bireyler,
merkezinde Türklüğün olduğu bir dünya algısına sahip olmuştur.
Anadolu’daki Çerkes toplumu açısından bir ulusal sorun söz konusudur ama ortada bir ulusal mücadele yoktur. Bugüne dek legal ya da illegal
nitelikte siyasi bir mücadele oluşmamış, anayurda dönüş de
gerçekleştirilememiştir. Devletin “yumuşak asimilasyon” politikasına
yumuşakça karşılık verilmiş; kimlik, tanımsızlığı ve kişiliksizliği ile
büyük oranda asimile edilmiştir.[3]
Dahası, ulusal karakter de yitirilmiştir. Anadolu’daki herhangi bir
Çerkes birey ile ortalama herhangi bir birey arasında karakter ve
kişilik açısından hiçbir fark kalmamıştır. Bir Çerkes atasözünde dile
geldiği gibi; “Eşek ile birlikte olan ata, eşeğin huyundan huy geçer.”
Meselenin daha vahim olan yönünü, Çerkes toplumunun bu durumun farkında
bile olmaması oluşturmaktadır.
Çerkes
bireylerin psiko-kültürel ve psiko-politik gelişimlerinde, kimlik
üzerindeki Türkçü hegemonyanın belirleyiciliği vardır. Genel olarak
Çerkes bireylerin zihinsel gelişimleri, büyüklerine saygı duymak gibi
kültürel bir referansın devlete itaat etmek gibi politik bir anlayışa
ulaşması şeklinde sapkın bir süreç izler. Türk faşizminin tehlike olarak
algılamayacağı insan tipi
bizzat kültürel öğeler kullanılarak yaratılır. Mafya özentisinin ve
çeteleşme eğiliminin de yaygın olduğu toplumda sosyo-psikolojik bir
gerçeklik olarak casusluk hevesleri söz konusudur.
Dünya
algısı, kimlik üzerindeki Türkçü hegemonyanın belirleyiciliği altında
oluşan Çerkes birey açısından sürecin sonraki aşaması, pan-Türkist
ideallere uygun biçimde Kuzey Kafkasya’nın “kurtarılması”dır.
Anadolu’da iki kelime Çerkesçe konuşamayan birey, Kuzey Kafkasya’daki
cumhuriyetlerin geleceği söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan
bir siyasetçi görünümündedir. “Bağımsızlığı” savunmakta, Kuzey
Kafkasya’yı “kurtarmak” istemektedir. Halbuki Kuzey Kafkasya’da federe
Çerkes devletleri vardır ama kendisi anadilini bile koruyamamıştır.
Bu
sapkın zihinsel gelişim süreci kolay olandır, zira mücadele
gerektirmez. Türk resmi ideolojisinin istediği düşünce tarzının
benimsenmesi ile Anadolu’daki Çerkes insanı sanki programlanmış gibi
eninde sonunda Türklüğün merkezde olduğu bir dünya algısına sahip
olmaktadır. Düşünürken korkmaktadır; acaba düşündüğü şeyin Türk
çıkarlarına ve Türk devletine zararı olacak mıdır? Bugün Anadolu’da
yaşayan Çerkes toplumu Türk faşizmi ile arasında herhangi bir çelişki
hissetmemektedir.
“Kürt
sorunu” ve “Kürdistan sorunu” hakkında Çerkes toplumunun düşünce tarzı
da Türk toplumu ile neredeyse aynıdır. “Kürt anasını görmesin!”
zihniyeti adeta özümsenmiş, “Kraldan çok kralcı” bir anlayışla “Kürt
Özgürlük Hareketi”ne karşı tavır alınmıştır.
Bu
tür koşullanmalar halkın anayurdu ile ilgili ürettiği politikalarda da
belirgindir. Kuzey Kafkasya’yı “kurtarma” saplantısına üstü örtülü bir
pan-Türkist algılama biçimi eşlik etmekte, “Birleşik Kafkasya tezi” ise
bu algılama biçiminin tarihsel ve ideolojik dayanaklarını sağlamaktadır.
1918’de Enver Paşa’nın güdümünde ilan edilen ve Çerkes egemen
sınıflarının işbirlikçi politikalarının somutlaştığı “Kuzey Kafkasya
Cumhuriyeti” gelecek için referans gösterilmekte, Kuzey Kafkasya’nın
özgürlükçü ruhu Turancı ideallerin gölgesinde boğulmaktadır.
“Türkofili”,
önce kimlik üzerinde bir “Türkçü hegemonya”nın kurulmasına, ardından da
“pan-Türkizm”e kapı aralamış ve Anadolu’daki Çerkes toplumu 150 yıl
gibi kısa bir tarihsel süreçte büyük oranda Türkleştirilmiştir.
Soğuk
Savaş yıllarındaki ideolojik kutuplaşma sürecinin etkisiyle Çerkes
toplumu anayurdu Kuzey Kafkasya’ya da yabancılaşmış, Sovyet-sonrası
dönemde diaspora ile anayurt arasında kısmen de olsa bir bütünleşme
süreci yaşanmamıştır. Anayurda yönelik önyargılar aşılamamış ve ciddi
bir dönüş talebi de söz konusu olmamıştır. “Dönüşçü düşünce” söylemde
kalmış ve Rus yanlısı bir kliğin manipülasyonu ile işbirlikçi bir
çizgiye çekilmek istenerek muhalif niteliğini kaybetme noktasına
gelmiştir.
“Birleşik
Kafkasya tezi” ve sözü edilen “Rusçu klik” danışıklı bir siyasi yapı
meydana getirmekte, halkın yurtseverlik duyguları istismar edilmektedir.
Üstelik oluşturulan siyasi yapı son derece ters biçimde dizayn
edilmiştir. Türkiye’de yaşayan ve anayurda dönmek gibi bir talebi
olmayan kesimler, söylemlerinin merkezine Rusya’ya muhalefeti koyarken,
anayurda dönenler ise Türkiye’ye karşı ne olduğu belirsiz, muğlak bir
tepki dile getirmektedir. Türkiye’den Rusya’ya muhalefet eden “Birleşik
Kafkasya” taraftarları Türkiye’de verilmesi gereken bir ulusal kurtuluş
mücadelesine karşı çıkmakta, anayurda dönenler ise Rusya’nın faşizan
politikalarına muhalif olmaları gerekirken Rus yanlısı söylemler
geliştirmektedirler. Kitlelerin pasifize edilmesi sözü edilen danışıklı
siyasi yapı ile sağlanmaktadır.
Bu
çelişik pozisyon özellikle yaratılmıştır. “Birleşik Kafkasya tezi”,
Batı emperyalizmine ve Türkiye’nin dış politikasına hizmet etmektedir.
Tarihsel referansları ve sosyo-politik hedefleri itibariyle de
Anadolu’daki Çerkes halkının Türkleşme sürecine ivme katmaktadır. Söz
konusu ideoloji, Çerkeslerin gerek Kuzey Kafkasya adına ürettiği
politikalarda, gerekse Türkiye’deki politik konumlarında belirleyici bir
faktördür ve yok oluşa davetiye çıkarmaktadır.
“Dönüşçü
düşünce”nin “Rusçu klik” tarafından manipülasyonu ise Rus
emperyalizminin bir taktiğidir. Bu sayede hem anayurda dönüş hareketi
etkisizleştirilmekte hem de diasporadaki kitleler provoke edilerek
“Birleşik Kafkasya tezi”nin taraftar sayısı artırılmaktadır. “Birleşik
Kafkasya tezi”nin güç kazanması, Rus emperyalizminin de çıkarına olacak
şekilde diasporik kitlelerin Türkleşmesine ve anayurttaki kazanımların
tehlikeye düşmesine yol açmaktadır. “İşbirlikçi-ihanetçi bir muvazaa”[4] karşıt iki kutbun danışıklı siyasetleri temelinde ve Çerkes kimliğinin yok edilmesi amacıyla oluşturulmuştur.
Oysa, Türkiye’de yaşayanlar
Türk milliyetçiliği ile, Kuzey Kafkasya’ya dönenler ise Rus
milliyetçiliği ile mücadele etmelidirler. Üzerinde yaşamadığınız bir
coğrafyaya yönelik muhalif söylem geliştirmek kolaydır, ama ulusal
kimliği korumak açısından önemli bir getirisi olmayacaktır. Ne yazık ki,
Çerkes halkı kolay olanı seçmiştir. Ortada bir mücadele değil, bir
“muvazaa” vardır. Bir ulusal mücadelenin oluşması bugüne kadar izlenen
yolun tam tersi bir metodoloji benimsemekle mümkün olacaktır.
Gerçekte,
Abhazya ve Güney Osetya’daki bağımsızlık süreçleri “Birleşik Kafkasya
tezi”nin iflasını getirmiştir. Rusya Federasyonu (RF) ile “stratejik
ortaklık” kuran ve enerji alanında yüzde 80 oranında RF’ye bağımlı olan
Türkiye’nin muhtemel desteğinden medet umarak sadece Rusya’nın
fenalığını isteyen bağımsızlık algısı altüst olmuştur. Bu durum yeni
yaklaşımları zorunlu kılmaktadır. Kuzey Kafkasya halkları gerici
nitelikteki “Birleşik Kafkasya tezi”nden ideolojik anlamda bir kopuş
yaşamak zorundadır.[5]
Dahası,
74 yıl boyunca sosyalist rejim ile yönetilen Kuzey Kafkasya’ya bir tür
Arap emperyalizmi olan Vahabizm’i bir kurtuluş reçetesi olarak sunmak en
azından gericiliktir ve Kuzey Kafkasya insanını özgürleştiremeyeceği
ortadadır. Sadece pan-Türkizm değil, gelinen süreçte Vahabizm de Kuzey
Kafkasya’nın Ekim Devrimi ile elde ettiği kazanımları riske atmaktadır
ve bölgenin geleceği açısından tehlikelidir. Hamasete dayalı işbirlikçi
ve fundamentalist politikalar Kuzey Kafkasya’nın geleceği adına söz
sahibi olmamalıdır. Provokatif söylemler terk edilmelidir.
Tamamen
gerici bir siyaset olan “Birleşik Kafkasya tezi”, Çerkes milliyetçiliği
bile değildir, hatta, “Çerkes-İslam sentezi” olarak bile tanımlanamaz.
Türk milliyetçiliğinin ve “Türk-İslam sentezi”nin güdümünde oluşmuş
işbirlikçi bir ideolojidir. Pan-Türkizm’e hizmet etmektedir ve
Anadolu’daki Çerkes kitlelerinin Türkleştirilmesinde kullanılan en
etkili araçtır.
Sosyalist
Çerkesler, Kuzey Kafkasya’nın bağımsızlığından yanadırlar ve prensip
olarak Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinin dayanışma halinde olmasını,
konfederal bir yapı altında birleşmesini savunurlar. Bu ilkesel tutum,
Kuzey Kafkasya’nın iç dinamiklerine dayanan bir bağımsızlık ve
bütünleşme sürecini öngörür. Tarih boyunca Kuzey Kafkasya’nın herhangi
bir dış gücün desteği ile özgürleştiği ya da bağımsızlığını kazandığı
görülmemiştir. Dolayısıyla, “Birleşik Kafkasya tezi” tarih önünde
yargılanmalı ve işbirlikçi karakteri ile mahkum edilmelidir. Kuzey
Kafkasya’nın özgür geleceği konusunda atılacak ilk adım, “Birleşik
Kafkasya tezi”nden teorik anlamdaki bir kopuşu sağlamaktır.
“Dönüşçü
düşünce” ise Çerkes halkının anayurdundaki demografik sorunları
çözebilecek düzeyde önemli bir ulusal siyaset olarak ilerici niteliğini
yitirme noktasına gelmiştir. Burada sözü edilen “Rusçu klik”
dezenformasyona dayalı manipülatif politikaları ile anayurda dönüş
hareketini pasifize etmenin gayreti içerisindedir. Diasporanın anayurda
dönüş talebi doğal olarak Rusya’nın emperyalist politikalarına muhalif
olmak zorundadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından günümüze 20 yıllık
tecrübe göstermiştir ki, Rus yanlısı bir yaklaşımla halkın kitlesel
olarak anayurduna dönmesi mümkün değildir. Faşizmin ve zenofobinin
devlet eliyle yaygınlaştırıldığı Rusya’ya yönelik bir ulusal irade
oluşturulmalı, dönüş ideali muhalif bir temelde yeniden tanımlanmalıdır.
Rusya’ya rağmen bir dönüşün zorluğu kadar, Rus yanlısı bir dönüşün de
somut getirisinin olmadığı anlaşılmalı, “Dönüşçü düşünce” ilerici
niteliğini bu ince çizgide korumalıdır.
Anadolu’daki
Çerkesler örgütsüz bir halktır. Hemşehri derneklerini andıran ve
kirasını ödemekte zorlanan kurumların düzenlediği ufak çaplı etkinlikler
siyaseten bir anlam ifade etmemekte, birkaç yayın organı bünyesinde bir
araya gelmiş ve kendilerini yazar olarak lanse eden bir kısım
“kariyerist cühela”nın[6]
yazdıkları ise iç dinamiklerin gelişmesini engelleyen bir işlev
üstlenmektedir. Yarım yüzyıldır hemşehri dernekleri düzeyini aşamayan
örgütlenme biçimi artık toplumun ihtiyaçlarını karşılayamamakta ve
ulusal mücadele için olmazsa olmaz öneme sahip bir önder kadro da
oluşmamaktadır.
Adhokratik
bir örgütlenme anlayışını andıran ve internet üzerinden oluşturulmaya
çalışılan küçük hizipler “post-modern hurafeler”in öngördüğü biçimde
“böl-birbirine düşür-yönet” amacına hizmet etmekte, sanal platformlarda
Çerkes toplumu birbirine kırdırılmaktadır. Söz konusu hiziplerin ve
internet üzerinden bilinçlenmeye çalışan bireylerin savundukları şey
Çerkesliği andırmakta ve Çerkesliğe benzemektedir, ama tam anlamıyla
Çerkeslik olarak tanımlanması da mümkün değildir. Ortaya çıkan bu
hizipler, oluşturulan paradoksal siyasi yapı gereği eninde sonunda
“muvazaa”ya dahil olmakta ve aralarındaki rekabet de Çerkes kimliği
üzerinden rant elde etmeye yönelik danışıklı bir dövüş biçiminde
yaşanmaktadır.
Marksist
dünya görüşü, Anadolu’daki Çerkes kitleleri arasında yaygınlaşmamıştır.
Ulusal sorunu olan bir halkın Marksizm’den bu denli kopuk olmasının
sorumluluğu bugüne dek Çerkeslik adına irade beyanında bulunmuş tüm
kesimlerdedir. Üç askeri darbe ve iki muhtıra görmüş olan Anadolu
Çerkeslerinin toplumsal bilincinde sosyalist bir mücadelenin
zorunluluğuna ilişkin ciddiye alınabilecek herhangi bir düşünce yer
bulmamıştır. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” üzerine kafa
yorulmamış; Marksizm ise Sovyetler Birliği’nin Kuzey Kafkasya’daki
soydaşlarına uyguladığı “zulüm” gibi gerçekdışı bir biçimde
yankılanmıştır.
Bugün
gelinen noktada Çerkes halkı anadilde yayın-eğitim, anayasal eşit
vatandaşlık ve özerklik gibi siyasal taleplerde bulunmalıdır; zira basit
kültürel haklar ulusal yok oluş sürecini durduramayacaktır. Çerkeslerin
ulusal haklarını talep edebilecek düzeyde politik, örgütlü ve bilinçli
bir halk olup olmaması ise tamamen ayrı bir konudur. Olması gerekenler
ile mevcut durum farklıdır ve ulusal stratejilerin bu somut durum
tahlilinden yola çıkılarak geliştirilmesi gerekir.
Çerkes
diasporası söz konusu ulusal talepler noktasında Kürt örgütlenmeleri
ile de ittifak kurabilmeli, Kürt halkı ile dayanışma halinde olmalıdır.
Çerkes halkı açısından yapılması gereken, vatana dönüş bilinci ile
sosyalist bir mücadele vermektir. Özgür düşünce etrafındaki korku
çemberi yarılmalı, diasporik Çerkes kimliği üzerindeki Türkçü hegemonya
kırılmalı ve oluşturulan paradoksal siyasi yapı aşılmalıdır.
Çerkes
halkının sosyalist ve ilerici-demokrat kesimlerine düşen temel görev de
aynı şekilde, diasporik Çerkes kimliği üzerindeki Türkçü hegemonyanın
kırılmasıdır. Bu amaçla, özgürleşmeyi temel alan bir “karşı-hegemonya”
yaratılmalıdır. Özgür düşünce üretme becerisine sahip “organik aydınlar”
bir “ortak akıl” oluşturmalı ve paradoksal siyasi yapının dışında yer
alan yeni siyasal örgütler kurulmalıdır.
Türkçü
hegemonya, Çerkes toplumunun düşünsel hayatından örgütlenme biçimine,
teorik-ideolojik duruşundan politik konumuna kadar tüm alanlarda
kendisini hissettiren bir varoluş sorunudur ve önemlisi, diasporik
Çerkes kimliğinin Türk çıkarları doğrultusunda kullanılarak yitirilmesi
bir tür onursuzluğu ifade edecektir…
Evet,
Kuzey Kafkasya’ya kitlesel dönüş ve Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinin
birleşmesi… Ama bu iki idealin de öncelikli koşulu diasporada ulusal
kimliği korumak… Varlığını koruyamayan bir diaspora anayurduna sahip
çıkamaz. Bu nedenle öncelikli olarak diasporik Çerkes kimliği üzerindeki
Türkçü hegemonyanın kırılması gerekiyor.
Çerkes
kimliği adına bir özgürleşme sürecinin yaratılması her şeyden önce
Çerkes bireylerin zihinsel açıdan özgürleşmesi ile mümkün olabilir.
Cesaret. Evet, cesaret. Biraz cesaret gerekiyor…