NIBJOĞ ( ARKADAŞ ADLI BİR YAZI)



Fişek yağmuruna ilk tutulduğumda onyedi yaşlarındaydım, biz bir fişeği tüfeğin namlusuna sürene kadar onlarcası üstümüze yağardı. Ancak bu yağmurdan sağ kurtulabilenler intihar edercesine sarılırlardı bilenmiş Kamalarına. Dedem, büyük dedem hatta onun dedeleri bu savaş içinde doğup, savaşarak ölmüşlerdi Çerkesya’da.

Köyler yetim ve öksüzlerden geçilmiyordu, her kadın kendi çocuğundan başka mutlak iki, üç çocuğu daha emzirmek durumundaydı. Hangi biriyle ilgilenecektin, hangi birini kucağına alıp sevecek koklayacaktın. Her köşe başında mutlak gözü yaşlı bir çocuk bakardı sana iç geçirerek. Çoğu o kadar küçüktü ki isimlerini dahi söyleyemezlerdi, yattıkları ilk döşekte verilirdi yeni isimleri. Evlerde kimin öz kimin üvey evlat olduğu ise çoktan karışmış gitmişti. Kim nerde henüz sönmemiş bir ocak bulduysa orada yer içer ve artık o sülalenin ismini taşırdı.

Harplerden galip çıkan Rus orduları ilerledikçe köyler yıkılır sağ kalanlar dağlara, sarp vadilere çekilir, ardından tekrar göçülürdü. Yaşlısı, kadını ve çocuğuyla tam bir savaş nesliydik biz. Gülmek, eğlenmek fikrimizden de zikrimizden de çoktan uçup gitmişti.

Babamlar köye dönüşlerinde yanlarında mutlaka öksüz ya da yetim çocuklar getirirdi. Hatta kimi zaman köye kundakta bebekler getirirlerdi ki, hepimiz kendi halimizi unutup o bebeklerin haline acır dururduk. Bebek eğer şanslıysa köyde onu emzirecek bir kadın bulunur ve bebekte o kadın’ın kanatları altında hayat bulurdu. Seneler sonra anlamıştım ki ben de o şanslı bebeklerden biriydim.

Onyedi senedir Jane’lerin ocağında yeyip içiyordum, Nan belki de en çok beni severdi evdeki dört erkek ve iki kız kardeş içinde. Eğer onlara biraz olsun benzeseydim hiç aklıma gelmezdi üvey olduğum ama gel gör ki evdeki beyaz tenli, kumral ve uzun boylu kardeşlerin arasında ben esmer, siyah saçlı ve ufak tefek bir Adıgeydim. Kocaman bir Kalpak da taksam yine de onların yanında çelimsiz sayılırdım.

Babamın benle alakalı bildiği tek şey, beni Kuban kıyılarındaki yıkılmış bir köyden ölmüş bir annenin koynundan alıp buraya getirdiğiydi.

Ah Sinane, kimbilir nasıl can vermiştin o kıyamet gecesinde, kimbilir nasıl kapaklanmıştın da teslim etmemiştin beni zalimlerin ellerine. Ah Sinane, ne kadar isterdim seni bir kez olsun görmek, dokunmak ellerine.

İhtimal Abzakh, Bjeduğ ya da Hatkoy idim; belki bir soylu ya da köleydim. Ne farkederdi ki, o yangın yerinde vadesi henüz dolmamış bir yitiktim. Annemi, babamı, herşeyi merak ettim durdum. Senelerce rüyalarımda gezindim köyümün yamaçlarında ama bir tek asıl ismimi merak etmedim. Babam, Jane Osman bana kayıp bir tarihin, yitirilmiş bir coğrafyanın ismini vermişti; ”Kuban”

Bizim köyde Cuma haftada bir, cenaze namazıysa gün aşırı kılınırdı. Bir tek Fatihayı bilir en çok onu okurduk. Biz savaş nesilleriydik, her sabah kalktığımızda içimizden kimin akşama varamayacağının oyununu oynayarak büyüdük. Yaşımız ondört, onbeş olsa da herbirimiz çocuk yaşında birer olgun adam olmuştuk. Tez zamanda piştik, boyumuzca tüfekle ata bindik, el tetikte meşe üstünde geceledik. Belki de en zoru; gözümüz Karadeniz’de gelecek bir dost gemi gözledik. Bekledik, bekledik, bekledik…

Kuban, işte bu iklimde büyüdü; ölümü aradı her fişek yağmurunda, her kahpe pusuda getirdi bildiği Şehadeti, sonunda günler geldi çattı bir Mart ayazına.

Tuapse limanından köye giden otuz kişilik bir atlı grubu içinde babam ve iki abimle birlikte yol alıyorduk. Akşam güneşi çökerken üzerimize biz zor bir gecenin arafında ilerliyorduk. Aniden patlayan fişeklerin geceyi inleten yankısı atları çıldırtmaya yetmişti, silahların nerden ateşlendiğini dahi anlayamadan kafilenin yarısı çoktan vurulmuştu. O hengamede babam Jane Osman’ı gördüm, tüfeğini doldurmuş, atını vadinin sırtlarında pusu kurmuş Rus Kazaki’lere doğru sürüyordu. Ben de onu takip etmek için tüfeğime sarılmıştım ki babamın vurularak atından düştüğünü gördüm. Peşinden ben de hemen yere atladım, sürünerek ona yanaştım. İnliyordu Jane Osman, onu ağaçların arkasına doğru sürükledim, başını kucağıma aldım, ay gibi parlak yüzü kanlar içinde kalmıştı, vücudu titriyordu, koca adam son anlarını yaşıyordu.

Gözlerindeki ışıltı bu sefer içimi ısıtmaya yetmemişti. Nefesini topladı, belli ki tek bir söz söyleyecek dermanı kalmıştı, gözlerini vadinin sırtlarına çevirdi ve bana hayatımın sonuna kadar unutmayacağım bir söz söyledi:

‘İntikam…”

Ölümün soğuk sokağında bekleyen bir bebekken beni hayata döndüren, büyüten, fakirhanesindeki sofrada tam sağında yer veren babam Jane Osman kollarımda can vermişti. Onu ve iki yiğit ağabeyimi o pusu da kaybettim. Çekildiğim ormanın derinliklerinden olanları görebiliyordum, çatışma bittikten sonra yağma için vadiden inen Rus Kazakiler cansız yatan bedenleri çırılçıplak oluncaya kadar soydular. Üstlerindeki kıyafetleri, kanlı gömleklerine kadar çıkartıp atlarına yüklediler. Onlarca silahlı süvari karşısında hiç şansım yoktu, tüfeğimdeki fişeklerim sayılıydı, oracıkta hiçbir şey yapamadan kahroldum kaldım.

Aklım köydekilerdeydi, hiç olmazsa onları kurtarabilmek uğruna sessizce ormanın derinliklerine daldım. Vadiden iyice uzaklaştığımdan emin olduğumda atımı köye doğru topukladım, onu çatlatıncaya kadar da hiç durmadan yoluma devam ettim. Kulağımda babamın ”İntikam” diye yankılanan sesi, zihnimde gözleri açık hayata veda edişi, bana seksen sene daha yetecekti.

Yol boyu yıkılmış, yakılmış Hable’ler gördüm, kıyı Şapsığ dağlarında büyük bir katliam yaşanıyordu, yanık ceset kokuları tüm dağları sarmıştı. Çerkesya’nın kadim sahiplerinden Şapsığlar tarihlerinin en kara günlerini yaşıyordu. Son dağ sırasında bizim Hable vardı, biraz rahatlamıştım artık evimde sayılırdım.

Hable’ye yanaştığımda atımı yavaşlattım, içimdeki sıkıntı artık beni boğuyordu, gömleğimin düğmesini açtım. Köyün kurulduğu yamaca yanaştığımda yüzüme sıcak rüzgarlar vurmaya başlamıştı. Öyle sıcak esiyorduki gözlerim kamaştı, tam vadiye dönmüştüm ki yükselen alevlerin tüm evleri yuttuğunu gördüm. Daha fazla ilerleyemedim. Geç kalmıştım, hem de çok.

Geçmişim, geleceğim herşeyim gözümün önünde yanıyordu. Ey gidi çocukluğum, Jane’lerin iki odalı saz kaplı fakirhanesi, Nenej’in bitmeyen duası, Haçeş’in müdavimleri, Nan’ın taş ocağı. Hepsi ve daha fazlası gözlerimin önünde yok oldu gitti. İkinci kez herşeyimi kaybetmiştim, bana onyedi senedir bakan Jane’ler ve tüm köy artık yoktu.

Akşama doğru başlayan yağmur alevleri söndürdüğünde köye girebildim, etrafta kimsecikler kalmamıştı. Acaba bu katliamdan kurtulup dağa kaçabilenler olmuş muydu? Acaba Jane’lerden kimler kalmıştı geriye? Acabalar beni yanık ceset kokularının geldiği mescidin önüne getirmeye yetti.

Hey gidi taş mescid, hele bir anlatıver olup biteni. Korkuyorum gözlerimi kapatmaya, çığlıklar hala yankılanıyor duvarlarında. Taş mescid, aç üzerine kilit vurulmuş kapılarını, utanma içinde yakılanlar ahirete dek seninledir.

Sonunda kabullenmek zorunda kaldım bu vahşeti, çöktüm kilit vurulmuş mescid kapısının eşiğine. Kırk hanelik köydeki tek cüsseli taş yapı hepsinin son mezarı olmuştu. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar, fişek yağmurundan kurtulabilen tüm masumlar, bu mescidde yakılmışlardı.

Irzına geçilmek üzere yanlarında götürülen kadınları, kızları ve çocukları düşündükçe acaba burada bugün katledilenler mi, yoksa Rus Garnizonlarında her gün yüzlerce kez ölüp dirilenler mi daha şanslıydı bilemedim. Çocuklarını onlara sağ bırakmamak için onlarla nehirlere atlayan annelerin, uçurumlardan atlayan kadınların çığlıkları hala yankılanıyordu zihnimde. Acaba dedim, bugün benim köyümden kaç anne aynı sonu yaşadı. Kaç anne çaresiz çocuğunu ormanın derinliklerine saldı, kaç anne bağrında saklı bebeği ile dağlara kaçtı. Kaçtı belki bugün kurtuldu; peki kaç kız, kaç çocuk götürüldü gece alemlerine Garnizonların. Acaba ve acabalar beni hayatımın sonuna kadar bir kabus gibi takip edecekti.


Kış bitti kalk, unutma daha dün yaşananları.
Gökten kayan yıldız değil, bir çocuğun göz yaşı.
Duyduğun rüzgar, kefensiz yatan anaların ahı.
Elbet gün olur sorulur bunların hesabı.

Çocuklarını yitirmiş kadınlar kalkın.
Kalkın ki Lanetiniz ebediyyen Baki Kalsın.
Çığlıkları çocukların kabus olsun bizi uyandırsın.
Yüzbin çocuk gömülmüşse bağrına Kafkasya’nın;
Elbet gün olur sorulur hesabı bunların.


Yanık ceset kokusu karışırken yağmur düşmüş toprağın bağrına, ben de yığılıverdim o mescidin taş duvarına. Aklımda babamın kanlar çalınmış yüzü, kulağımda onun ”İntikam” sözü, çaresiz ölmek istercesine beklemiştim gece boyu cellatları.

Gece yarısı uyandığımda yağmur da durmuştu, dağın doruğundaki yüksek meşe ağacına çıkıp etrafa bakındım. Şimdi nereye gidecek, ne yapacaktım tek başıma. Kuzeye, Kuban’a uzanan vadiler ve Şapsığ dağları burdan görünürdü. Meşe’nin en tepesine kadar çıkmayı başardığımda gördüğüm manzara korkunçtu. Tüm Kuban kıyılarından ateşler yükseliyordu, öyle ki Rus ordusunun geçtiği güzergah yılan misali etrafı yakarak Şapsığ dağlarına doğru sarkıyordu. Cenup’ta ise zifiri bir karanlık hakimdi, henüz uzanmamış olmalıydı bu yangın diye düşündüm.

Gece karanlığından faydalanarak Cenup’a gitmeye karar verdim. Tek başıma Rus Ordusu ile savaşamazdım, yıkılmamış diğer Çerkes köylerine ulaşmalıydım. Rahmetli babamdan duymuştum savaşçı Wubıx’lar yaşardı Şapsığların güneyinde, onlara katılabilmek ümidiyle yola devam ettim.

Issız dağ patikalarından atımı sürerek yol aldım, herşeyini kaybetmiş olmanın tükenmişliği bir yana, sadece intikam alma isteği beni yaşatmaya yetiyordu. Babam Jane Osman’ın, Nan’ın, seksenlik Nenej’imin, tüm köyün intikamını alacak, onlar gibi ben de bu topraklarda can verecektim. Yemin etmiştim, onların öldüğü yerde ben de onurumla savaşarak ölecektim.

Gün boyu ilerledikten sonra bir küçük dağ köyüne geldim, atımdan indim ve usulca köye yanaştım. Köyün etrafındaki dağlılar beni durdurdu, Adıge olduğumu anladıktan sonra da köye aldılar. Adamların hepsi silahlanmıştı. Kadınlar ise evleri boşaltıyor dağlara çekiliyorlardı, zira kötü haber kısa sürede yayılmış her köy kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmıştı.

Bu köy Şapsığ-Wubıx hududundaki son Şapsığ köyü idi, bu vadiden sonra Wubıx’ların toprakları başlar ve Bzıp nehrine kadar uzanırdı. Onlara Şimal-i Çerkesya’daki katliamları anlattım, hepsi karamsar şekilde beni dinleyip tartışmaya devam ettiler. Ben de dağlara çekilmeyi reddeden gençlerle birlikte Wubıx topraklarına geçmeye karar verdim. Ancak birlik olursak bu amansız yangını söndüreceğimiz inancındaydım yoksa tüm Çerkes halkı topyekün yok olacaktı.

Otuz küsür atlıydık o gece ıssız ormanda. Kimi Abzakh vadilerinden, kimi Şapsığ sahilinden, kimi Kabardey dağlarından son kurtuluş ümidiyle düşmüştük Wubıx yollarına. Hepimiz bir kabus yaşamıştık, utancımızdan başımız önde kaybetmiş olmanın verdiği acı ile ilerliyorduk.

Bizi bu derin sessizliğimizden uyandıran önümüzdeki vadide kopan büyük çatışma oldu. Hala Şapsığ dağlarındaydık ve bir anda kendimizi iki ateş arasında bulmuştuk. Vadinin yüksek tepelerinden ateşlenen tüfekler bu sefer Çerkes tüfekleriydi ve bizde onlara destek olmak için ağaçları kendimize siper etmiştik. Gece pusuya düşen Rus Birlikleri bir anda çevrelendiklerini anlamış, iki ateş arasında fişeklerini tüketmişlerdi. Tüfekler sustuğunda vadinin tepesinden inen  Çerkes atlılarını şaşkınlıkla izliyorduk. Ellerinde çekilmiş kılıçları, dillerinde geceyi inleten çığlıkları ile düşman birliğinin içine daldılar. Ölüme koşan atlılardı onlar, biz de onların peşinden atlarımıza atlayıp kalabalığa daldık. Yarım saat içide düşman tamamen etkisiz hale getirilmişti, biz de bu zaferi yaşamamızı sağlayan Çerkesler ile artık birlikteydik.

Konuşmalarındaki farklılıktan onların Wubıx olduğunu anlamıştım, birlikte zafer kazanmış olmanın verdiği heyecan ile birbirimize sarılıp oracıkta tanıştık. Ölülerimiz ve yaralılarımız vardı, onlara son vazifelerimizi yapmak üzere hazırlıklara başlarken bir yandan da öbekler halinde kamp ateşleri yaktık. O gece ölmeye yemin etmiş ikiyüz kadar  Çerkes, patlamaya hazır fişekler misali bir aradaydık.

Sırtından çok derin bir fişek yarası almıştı, öyle hızlı kan kaybediyordu ki, şuurunu çoktan yitirmiş olmalıydı. Yüzünde tatlı bir tebessüm, gözlerinde ise ne hikayeler saklıydı. Uzun Çerkeskası açlıktan zayıflamış vücudunu örtmeye yetse de garipliğini saklayamıyordu. Belki Bjeduğ, belki bir Hatkoy idi; ya da bir dağlı Kabardey, bir asi Besleneydi. Ne farkeder ki, o genç yaşında hürriyet aşkıyla yanan yitik bir neferdi. Sen o can yoldaşının yanında onu kurtaramamanın çaresizliği ile kıvranırken, ilk kez şahid olmuştum böyle bir kardeşliğe, muhabbete. Çok sürmedi o son nefesini verdiğinde ben de başlamıştım söylenmeye;

Bugünler hicranlı ama özlenen günler olacaktı.
Aldığın en büyük madalya, sırtındaki fişek yarasıydı.
Sonunda kimsesiz kalsam da atlarımız hür koşacaktı.
Bu sessiz veda Nıbjoğ sana hiç yakışmadı.

Ateşin başında bana uzattığın isli peynirin kokusu hala o geceki gibi burnumda. Belli yetmeyecekti o kadar adama, kimimiz keser gibi yaptık karanlıkta, kimimiz hemen uzattık sağımıza, bir kalıp isli peynir yetmişti ikiyüz cesur adama.

İsli peynir bahane, o ara ismini sormuştum sana. Bir acı tebessüm ve ardından ”Nıbjoğ” demiştin bana. ” Ne önemi vardı bu kızıl kıyamette ismin, soyun, sülalenin. Bizden geriye bir tek bu şanlı kelime kalacak”, demiştin. Sen Nıbjoğ, ben Nıbjoğ tüm isyankar dağlılar artık tek bir ruh tek bir isimdik.

Üstündeki Çerkeska çarpışmaktan param parça olmuş, kan bulaşmıştı her yanına. Elinde ateşi karıştırdığın Kama, yüzünde taze derin bir yara, sessizce sabahlamıştık ayazda.

Doruğunda Elbruz’un seyrederken Kan kusan toprakları,
Biz Daha Ölmedik ! diye çınlayan senin Sesin olsaydı.
Sen olsaydın isyan bayrağını düşürmeyen Çerkes Atlısı.
Ve Keşke Kahpe Fişek Senin Yerine Beni Vursaydı…

Yakılsa tüm köyler, yıkılsa tüm ocaklar bir bir.
Biz Daha Bitmedik ! diye çınlayan senin Sesin olsaydı.
Sen olsaydın yıldızlar altında hikâyesini dinlediğim Wubıx…
Ve Keşke Kahpe Fişek Senin Yerine Beni Vursaydı…

İlk günlerde Wubıx’ları anlamakta zorlanıyordum, bize hislerimiz tercümanlık ediyordu, sonrasında o fark ta ortadan kalkmıştı. Şapsığ dağlarında pusu kuruyor ve Rus ileri karakollarından keşfe çıkmış birliklere saldırıyorduk. Yağmur sonrası biten mantarlar gibi tüm Kafkasya bu kaleler ile çevreleniyordu. Senelerce tüccar kılığında adım adım Çerkesya’yı arşınlayan Ruslar çıkardıkları haritalar ile kolonizasyona devam ediyordu. Bizim gibi bir araya gelen onbinlerce genç bu işgale karşı gelebilecek her tür çatışmanın içinde yer alıyordu.

Düzenli ve modern silahlar ile donatılmış Rus birlikleri karşısında bir şansımız var mıydı bilinmez ama biz teslim olmamak üzere yemin etmiştik bir kez.

Tuapse, Anapa, Gelincik… Hepsini de yitirdik.
Son kale Kbaada da düşmesin istedik,
Bu Yeşil bayrak kalmasın yerde dedik,
Vurduk, vurulduk sonunda biz de yittik,

Varsın Bzıb Nehri sel olsun çağlasın.
Kazbek yıkılsın tüm geçitler kapansın.
Mozdok Kalesi alevlere çalınsın.
Yeter ki, Yeşil Bayrak sahipsiz yerde kalmasın.

Kalkmasın Şapsığ kıyılarındaki bu sis, bitmesin bu fırtına,
Yanaşmasın haneme ne bir tabur ne bir donanma,
Kahpe fişek yağmurunda bu bahar kan kusuyor Kafkasya,

Beni arkadaşlarım Kuban diye çağırsa da sen hep Nıbjoğ demiştin bana. Sağ kanatta çarpışıyorduk, atılıyorduk düşmanın ocağına. Seninle aynı kanatta olmak bile güven veriyordu bana. Biliyordum ki sırtımı koruyan bir Nıbjoğ vardı arkamda.

Bir sarp vadi pususunda sormuştun; ” Ailen nerde, ne oldu onlara? ” Ah be Nıbjoğ, hangi birini anlatsaydım sana. Hiç tanımadan kaybettiklerimi mi, yoksa onyedi sene ocaklarında yeyip içtiklerimi mi anlatayım sana. Ne farkeder ki hepsini de kaybetmiştim sonunda.

İsmim Kuban, on yedi yaşımda tek başınaydım 1859 baharında.

Seneler var ki hayalinle yaşıyorum,
Her Mayıs dirileceğin ümidini taşıyorum,

Kitaplardaki gibi belinde Kaman çık gel.
Yakaza aleminden bir sabah, siyah atının üzerinde diril gel.

Gördüğüm ne ilk ne de son süvarileridir Kabarda’nın.
Biz olmazsak torunlarımız varisidir Kbada’nın.

Nıbjoğ’un peşinde beş sene pusudan pusuya Kafkasya’yı arşınladım durdum. Ne Kıyı Şapsığ köyleri, ne Besleney vadisi, ne de Kabardey Dağları kaldı geçmediğimiz. Her çatışma bizi bir diğerine çekti, her sene daha da yükseklere çekilmek zorunda kalsak da inatla çatışmaya devam ettik.

Wubıxların arasında onlardan biri olup çıkmıştım sonunda, her fişek yağmurunda biraz daha piştim, her yanan köy sonrasında daha da sertleştim. Merhamet, artık zihnimde çok yabancı bir kelime olup çıkmıştı bana. Üzerimdeki Çerkeska rengini çoktan kana çevirmiş, kör Kamam işlemekten keskinleşmişti. Ah kör nefsim sorma, hiç sorma rahat bir döşekte gecelemeyeli kim bilir kaç kış geçti. Kaç kış Jane’lerin sıcak ocağının dibinde kıvrılıp uyuyamadan bitti. Kaç sabah Şelame kokusu aradım uyandığımda kuytu bir dağ yamacında. Ah nefsim sorma…
Şapsığ Dağlarının çıkmazında ararken Çerkes Atlılarını
İçimde çalan Pşıne’ye eşlik eden Pxaçıç olsaydın.
Tütünümün dumanı karışırken hayallerime,
Dirilip bağrından Saçe’nin; Ha Marje diyen olsaydın…

Uçurumlarında sarp vadilerin ararken Abreq’leri, Nart’ları.
İçimde inleyen Wored’lere eşlik eden olsaydın.
Gözyaşlarım karışırken Karadenizin sularına,
Dirilip bağrından Saçe’nin; Ha Marje diyen olsaydın…


” Bu günler hicranlı günler ama gün gelecek özlenen günler olacak, ” demiştin bir kan deryasından sağ çıktığımızda. Ne kadar çok ceset vardı her köşe bucakta. Kimseye acımadık kucaklarında çocuklarıyla parçalanmış anneleri bulduğumuzda dört bir yanda.

Söyle nasıl bir vahşetti onu bebeğiyle uçuruma atlatan? Anlat ne yaşamışlardı da çocuğunu alan kendini koyuvermişti derin sarp kayalıklara. Söyle Nıbjoğ hangi birini gömecektik, hangi birine okuyacaktık Fatiha…

Bezsem de artık canımdan.
Umutluyum ben bu kara kıştan.
Yemin ettim dönmeyeceğim yolumdan.
Ben Vurulsam, İsyan sel olur iner bu dağlardan.

Kapanın daraldığının farkındaydık elbet, 1860 baharında millet dökülmüştü sürgün yollarına. Bizim gibi nice çarpışan birlikler vardı dağların kuytusunda ama bir türlü muvaffak olamadık düşmanı Kafkasyadan çıkartmaya. Onlar çoktan varlığımızdan haberdar bizi mahkum etmişti dağların sarp çıkmazına.

Silah temin etmek için saldırdığımız Rus ileri karakolunda beklenmedik bir tuzağa düşmüştük. O gece omzumdan vurularak atımdan düştüm, dört senedir beni taşıyan vefakar atımdan ilk kez ayrılıyordum. O pusuda benim gibi birçok Çerkes de vurulmuş, kimisi çoktan ölmüştü. Gece karanlığını aydınlatan fişek yağmurunda birden güçlü bir elin beni yerden kaldırıp atının terkisine çektiğine şahid oldum. Kolumu kaldıracak halim yoktu ama beni çeken adamın; ” bizi bırakıp nereye gidiyorsun” diyen sesiyle kendime gelmiştim. Nıbjoğ! Diyebildim sadece, gerisini hatırlamıyordum.

Kendime geldiğimde ana kucağından aziz bir orman kuytusunda diğer yaralılar arasındaydım. Sol omzumda korkunç bir acı vardı, dönüp baktığımda parçalanmış omzumun beni ölüme sürekleyeceği hissine kapılmıştım.

Nıbjoğ, bulduğu ne kadar ot varsa bastırarak yarama kanamamı durdurmaya çalışıyordu. Ağrılarımdan ağzımı açmaya halim yoktu ama kulaklarımda hala onun sesi yankılanıyordu; ” bizi bırakıp nereye gidiyorsun” Hey gidi Nıbjoğ, konuşamasam da gözlerim çok şey anlatıyordu. Ne vardı beni o karakolun önünde bırakıp gitseydin, gitseydin de kendine yük etmeseydin, vadem dolmuştur belki de benim.

O gece, o hengamede nasıl görmüştü vurulup da attan düştüğümü, nasıl çekip çıkartmıştı beni o mahşer yangınından. Kimbilir kaç adamını yitirmişti bu gece, kimbilir kaç yaralı kalmıştı çaresiz geride. Ölenler Şehadet şerbetini içmişti, ya orada kalan yaralılar kaç kez öleceklerdi o Garnizon bataklığında.

Çok az konuşurdu Nıbjoğ, çoğu zaman dalar gider, zaruri ise açardı ağzını. Az, öz ama samimi konuşurdu, inanmış bir adamın saflığı ile konuşur seni de peşine katardı. Ben de onun yanında, onun gibi olmuştum sonunda.

Her bahar gözümüz Karadeniz ufkunda,
Boşuna bekledik durduk bir dost donanma.
Zor da olsa kabullenmek zorunda kaldık sonunda,
Bitince son fişekler sarıldık kör Kamalara.

Belki evli, belki bekar, belki vardı bir Kaşen’in, zevkten bir haber geldin, geçtin gittin. Tek bildiğim, intikam ruhunun cesede bürünmüş haliydin. Bir Nıbjoğ tanıdım yetmedi seksen sene onu anlatmaya, günde beş vakit duamda andım, ta gözlerim kapanıncaya…

Vadem dolmamıştı ya, biz de şifa bulduk sandık ottan ve Türk tütününden sonunda. Vakit almıştı ayağa kalkmam ama yine sırtındaydım bir atın dik ve yıkılmamış tavrımla. Yoktu ki yıkılmak, pes etmek bizim kitabımızda. En onurlu son, vurulup bağrında Kafkasya’nın şehid olmaktı aslında. Ey gidi Nıbjoğ, yaşadıklarım sonunda şair etmişti beni bu kıyamet kara kışta. 1864 Şubatında biz de nihayet varmıştık bir talihsiz sayfanın sonuna.

Tüm Kafkasya düşmüş kalmıştık Kbaada’nın bağrında tek başımıza. Toprak doyar mı bağrına düşen canlara, Kafkasya çoktan doymuştu yaşlıya, kadına, çocuğa.

Tek bir duan kalmıştı bunca senenin ardında. ” Allahım değmesin cesedime bir düşman eli, yalnız Çerkeskam olsun üzerimde Kefen misali…” Öyle içten söylerdin ki Aminleri, titrerdim her seferinde duyunca bu sesi.

Son Kbaada gecesinde ateş başında kalmıştık baş başa. Yarına çıkarmıydık, bunu ne ateş ne yıldızlar bilmiyordu ama sen çoktan dalmıştın ukbaya. İki yüz kişiydik bir ara, şimdi yedi yorgun savaşçı vardı sessiz halkada. ” Bir beyaz Çerkeska, bir de Türk Çizmesi giyemedim ya ona yanarım” demiştin bir anda. Nıbjoğ hayrola nerden esti der gibi bakmıştım sana. Koca savaşçı, dünya namına bu muydu benden isteğin. Ah keşke olsaydı ayağımda bir Türk Çizmesi çıkarır sana verirdim.

Psou nehri kenarında koptu son fırtına.
Vuruldu Nıbjoğ alnından savruldu toprağa.
Gitmek yerine sen de düştün Kbaada’nın bağrına.
Nıbjoğ sana söz, ebediyyen yaşayacak ismin Kafdağında.

Zifiri karanlık kaplamış tüm vadileri, dağları. Ay kayıp, onun bile yüzü yok bu gece şahitliğe. Kapatsan da kulaklarını fayda etmez, çığlıkları çocukların dağları inletiyor. Nıbjoğ, sabahı olmayacak bir gecenin arafında, sonunda Kbaada’dayım.

Karadeniz Mayıs’ında O mahşeri kalabalıkta.
Cebimde isli peynirim, Kulağımda dertli Mızıkam.
Bağrımda sonsuz acı, karşımda yitik tarih.
Belki her şey vardı, bir Sendin eksik…

Puslu güvertesinde geminin izlerken ıssız dağları.
İsimsiz mezarlarda anarken kayıp ruhları.
İzini ararken yitirdiğim milyon masum canları.
Seni okumak isterdim bitirdiğimde son Fatihayı.

Kuban’ın serin suları okşarken ayaklarımı,
Uzandığım sazlıkta anarken Çerkes Atlılarını,
Kulağımda nalların inşirah veren yankısı,
Kahpe Fişek yağmurunda Nıbjoğ, Sen mi yoksa ben mi vurulacaktı…

Ruhumda Nenej’in söylediği Wored’in mısraları.
Damağımda çocukluğumdan sıcak Şelame tadı.
Gözlerim buğulu anarken tüm Abreqleri, Nartları.
Kahpe Fişek yağmurunda Nıbjoğ, Sen mi yoksa ben mi vurulacaktı…

Aya namzet yüzüne çalınan kan ebedi isyanımın nişanı.
Gözlerin açık göçerken bıraktığın miras neslimin teminatı.
Aman kalkar deyip üstüne konan taşlar istikbalimin elmasları.
Kahpe Fişek yağmurunda Nıbjoğ, Sen mi yoksa ben mi vurulacaktı…

Senin Dua’n kabul oldu, değmedi bir düşman eli ona.
Kefen yerine Çerkeskanla çıktın son yolculuğa.
Benim dolmadı vadem bir seksen sene daha.
Yaşamak denirse, yaşadım çok uzaklarda.